Yazmadıklarımızdan, Söylemediklerimizden de Sorumluyuz

Yazıda içerik kadar üslubun da önemli olduğu söylenir. Bu doğru; ancak pek dile getirilmeyen yazdıklarımız kadar, yazmadıklarımızın da önemli olduğu; yazmadıklarımızdan da sorumlu olduğumuz. Tabii burada alanımız dışı konuları bir yana bırakıyorum. Yazdıklarımız, dünyaya bakış açımızın ortaya konuş yolu. Yaşamda neyin yanında yer aldığımızın ifadesi. Yazmadıklarımız ise bilmediklerimiz kadar, görmezlikten geldiğimiz, söylemeye çekindiğimiz, korktuğumuz, kimi zaman da bilinçaltına attıklarımız. Ortaya koyduklarımız kadar koymadıklarımızla da yerimizi belirliyoruz aslında.

Bu yalnızca yazarlıkla sınırlı değil. Hepimiz için geçerli. Hiç düşündünüz mü, dünyaya geldiğimiz tarihsel dönem, ülke, bölge, annemiz, babamız, çevremiz, bilincimizi, düşüncelerimizi şekillendiriyor, bir yönüyle bu süreç yapmayacaklarımızı, söylemeyeceklerimizi da belirliyor. Çevremizi aşabildiğimiz, dışa açılabildiğimiz ve cesaretimiz ölçüsünde yeni sesler ortaya koyabiliyor, içe kapanıklıktan kurtulabiliyoruz.

Bu, bireyler için olduğu kadar toplumlar için de geçerli. Toplum olarak neleri konuşuyor, neleri tartışıyoruz? Tabu kabul ettiğimiz alanlar var mı? Hangi olaylarda sessiz kalıyoruz? Ortak bilinçaltımız nelerden oluşuyor?

Yazılı ve görsel medyaya bakın. Haberlerin veriliş şekli sansasyonel, tekrarcı, duyguları kullanarak okuyucu ya da izleyiciyi tutmaya çalışan bir anlayış içinde. Burada üslup kadar önemli, belki de ondan daha önemli olan, gündeme getirilmeyen, göz ardı edilen haberler ve yapılmayan yorumlardır. Gazete ve televizyonlar verdikleri haberler kadar vermediklerinden, sessiz kaldıkları alanlardan da sorumlu. Konumlarını; yazdıkları, gösterdikleri kadar yazmadıkları, sakladıkları da belirliyor. Tarafsız görünmek, sessiz kalmak ta taraf tutmak demektir, devam etmekte olan düzenin tarafı.

Bugün haklı olarak Gazze’de abluka altında olan Filistin’li müslümanlara duyarlı olan politikacılarımız, aynı duyarlılığı diğer insan grupları için göstermiyorlar. Osmanlı dönemine dayanan tarihsel nedenlerden dolayı Filistin’e ilgimizin olduğu söylenebilir belki, ama bu tüm olanları açıklayabilir mi? Irak’da her gün onlarca Kürt müslüman öldürülüyor, nerede duyarlılığımız? Dünya olaylarına bakışımız dinsel kaygıların yönlendirmesinde olmak zorunda mı? Yakın zamanda Afrika ülkesi Ruanda’da yerliler tarafından yüz günde katledilen bir milyona yakın Tutsi’yi bugün anımsayanımız var mı?

Otuz yıla yakın bir süredir çözemediğimiz bir Kürt sorunumuz var. Benzer hataları yapıp duruyoruz. Yine sil baştan, geldik aynı yere. Bir söz vardır, bilen bilir. Bir yanlışı bir kez yaparsanız hatadır, iki kez yaparsanız aptallık olur. Toplum olarak tam da o noktada değil miyiz?

Artık heyhat. Geldiğimiz noktada bu sorunu çözmek için yaratıcı olmamız, toplumsal paradigmamızı değiştirmemiz gerekli. Yani yaptıklarımız kadar, yapmadıklarımızı, konuştuklarımız kadar konuşmadıklarımızı, yazdıklarımız kadar yazmadıklarımızı da düşünmek zorundayız.

Alışkanlıklarımız, rahatlık ve güvende hissetmemiz için geliştirdiğimiz psikolojik savunma mekanizmaları. Bunlar işlevlerini tamamlamış görünüyor. İnat eder, bu şekilde devam edersek toplumsal kaos ve bölünmenin de nedeni olacağız.

1445 Tüm Zamanlar 1 Bugün

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir